Trabzon Masaj Salonu Hizmeti – Masör Ece
Trabzon Masaj Salonu Hizmeti – Masör Ece
Trabzon Masaj Salonu bütün çekingenliğime, silikliğime karşın, çocukluğumda olduğu gibi, yaşamda hep ön planda olmayı istedim, ilk komünyonumun olduğu gün, büyük bir başarıydı benim için. Tanrının Sofrası ile uzun süredir bir yakınlığım vardı; bundan dolayı, aslabir vicdan huzursuzluğu duymadan, bu büyük vakasın tüm mutluluklarını tadabilirim, diyordum kendi kendime. Bir kuzenimin elbisesini giymiştim. Elbise, pek öyle ahım şahım bir şey değildi.
Ama, başa takılması âdet olan tül yerine, Cours Desir’e giden öğrenciler, güllerden yapma bir çelenk takarlardı başlarına. Bu çiçekli taç, kilisedeki öteki çocuklardan farklı biri olduğumu ilk bakışta ortaya koyuyordu. Abbe Martin, son derece seçkin bir topluluk çağırmıştı. Bütün bunlar yetmiyormuş benzer biçimde, fenalüklere, günahlara karşı içtiğimiz andı, bütün arkadaşlarım adına tekrarlamak görevi de bana verilmişti.
Trabzon Masaj Salonu teyzem, bu olayı kutlamak için bir yemek verdi, ve doğal haysiyet konuğu olarak, ben baş köşede oturtuldum; herkesin gözü üstümden ayrılmadı. Öğleden sonrasında, bizim evde çay verildi. Bana verilen armağanların tümünü piyanonun üzerine yayıp, gelenlere gösterdim. Evdekiler, beni nerelere koyacaklarını bilemediler. Övdüler, kutladılar, sevip öptüler. Doğrusu ya, ben de pek hoşnuttum halimden; bugün apayrı bir güzelliğim var diye düşünüyordum. O gece, cicili bicili giysilerimi çıkarırken bayağı üzüldüm. Birkaç dakika için bile olsa, birlikteliği düşledim. Bir gün gelecek, bembeyaz satenlere bürünecek- tim. Her yanda mumlar yanacak ve org sesleri arasında, yeniden günün kraliçesi ben olacaktım. Ertesi yıl, günün kraliçesi olmasa bile, ikinci derecede bir rol alarak, gelin nedimesi oldum. Lili teyzem evleniyordu. Tören çok sade oldu.
Trabzon Masaj Salonu
Trabzon Masaj Salonu kendi halim, beni heyecanlara boğdu. Mavi fular elbisemin, insanoğlunun üzerinden kayı kayıveren ipek yumuşaklığı müthiş duygulandırıyordu beni. Saçımı siyah kadife bir kurdele ile bağlamıştık. Başımda, gelincikler ve peygamber çiçekleriyle süslü özgüır bir şapka vardı. Kavalyem, on dokuz yaşlarında, yakışıklı bir çocuktu. Benimle, büyük insanımsım gibi konuşuyor, öyle davranıyordu. Beni, dayanılmaz bir güzellikte bulduğundan hiç kuşkum kalmamıştı. Gelecekteki yaşantımda ne tip bir insan olacağım konusunda kafa yormaya başladım. Gezici kitaplıktan aldığım ciddi kitaplarla, macera romanları haricinde, annemin gençlik senelerını renklendirmiş olan ve şimdi de benim yatak odamın raflarım süsleyen “Kızımın Kitaplığı” adlı dizi romanları da okuyordum. La Grilliere’de olduğum zaman, Samanlık Sohbetleri’ni okumama izin vermişlerdi.
Bir de, Madeleine’in tutkun olduğu “Stella” koleksiyonlarını karıştırıyordum: Delly, Guy Chantepleure, Colette’in Duası, Amcam ve Rahibim. Bunlardaki erdemli aşklar, saf köylü âşıklar, pek oyalamıyordu beni. Kızları aptal, sevgililerini tatsız buluyordum. Ama bir kitap vardı ki, işte ben öyle olacağım dedirtiyordu bana: Louisa May Alcott’un küçük hanımlar’ı. March ailesi Pratestandı. Kızların babası papazdı. Ama anneleri, onlara geceleri yatarken okumaları, başuçlarından noksan etmemeleri için isa’nın Suretin değil, Hacıların Yürüyügü’na vermişti. Bu küçücük ayrılıklar, March ailesinin kızlarıyla benim aramdaki ortak nitelikleri daha da sivriltiyordu. Meg ve Jo’nun, bütün öteki çocukların ipeklere, dantellere bürünmüş olduğu bir toplantıya, eski, solmuş kahverengi poplin elbiselerle gitmek zorunda kalmaları bayağı içime dokunmuştu. Bana yapmış oldukları gibi, onlara da, kültür ve erdemin paradan önde geldiğini öğretmişlerdi.